Yıldız Tozu ve Altın: Joni Mitchell
Bu sayıda Joni Mitchell'ın Woodstock şarkısı ve cennete geri dönmenin yolları hakkında konuşuyorum.
Güneşi karşılamak için erkenden uyandım. Joni Mitchell’ın Woodstock şarkısını üst üste dinlemeye başladım. Ondan kopamadım, dinledikçe üzerime yıldız tozları yağıyor sandım… Ve bu şarkının, benim için, gün doğumu kadar sihirli olduğunun farkına vardım.
Woodstock şarkısının birkaç versiyonu var, ben hepsini seviyorum. Crosby, Stills, Nash & Young’ın 1970’te kaydettiği yorumu bana eğlenceli geliyor; Matthews Southern Comfort ise kalbinde taşıdığı tüm melankoliyle tam benlik. Ama bana kalırsa, hiçbiri Joni’nin versiyonunun yanına bile yaklaşamıyor.
Şarkı, adından da anlaşılabileceği gibi, 1969 yılında gerçekleşen ünlü Woodstock Festivali hakkında. Joni Mitchell festivalde hiç sahne almamış; şarkıyı o zamanki erkek arkadaşı Graham Nash’in anlattıklarına dayanarak, New York’ta bir otel odasında yazmıştı.
Hiç görmemesine rağmen, binlerce hippinin toplandığı bu yemyeşil festival alanını cennet bahçelerine benzetmişti şarkısında. Onu ilk olarak 1969’da Big Sur Folk Festivali’nde piyanoyla çalmış, sonra Ladies of the Canyonalbümü için stüdyoda kaydetmişti. Şarkı 1970 baharının ilk günlerinde, benim nedense pek hoşlanmadığım Big Yellow Taxi teklisinin B yüzünde yer almıştı.
“Biz yıldız tozuyuz, biz altındanız…” diyordu Joni bu şarkıda. “Ve bahçeye (cennete) geri dönmenin bir yolunu bulmalıyız.” Küçükken bu sözler adını koyamadığım bir şeyler uyandırırdı içimde. Cennete dönmenin yollarını düşünürdüm, ruhumun derinliklerinde tarifi olmayan bir ait olma özlemiyle.
Ergenliğimde Woodstock Festivali hayallerimi süslerdi. Bir tütsü yakıp yatağıma uzanır, müzik dergilerinde ve kitaplarda hippilerin fotoğraflarına bakar, onlardan ne kadar farklı göründüğümü önemsemeden, o yıllarda yaşamanın hayallerini kurardım.
1970’li yıllarda hayatını yaşayan bir hippi olmak isterdim. Orada olmak, onlardan biri olmak… Yıldız tozu ve altın olmak. Kendimi çirkin ve değersiz bulduğumdan, zaten yıldız tozu ve altın olduğumu ise hiç bilmezdim.
Ancak içten içe, o yıllarda yaşasaydım ve bir hippi olmaya çalışsaydım bile, bu sözde özgür ve kucaklayıcı ortamda kendimi her şeye rağmen yine de yabancı hissedeceğimi biliyor olmalıydım. Bilirdim de sanırım… Ancak bunu kendime bile itiraf edemezdim.
Gökyüzü kelebek mavisi bir ışıkla aydınlanırken, bir kez daha o günleri düşünüyorum şimdi. Hayır, hippiler ‘herkesi’ kucaklamıyorlardı, hiçbir zaman yapmamışlardı bunu. Ellerinde Siddhartha kitabıyla çimenlerde küçümseyici kahkahalar atan sıfır beden kızlar ‘herkesi’ kucaklamaktan çok uzaktalardı. Tıpkı onların şimdiki yogacı, wellness’çi versiyonları gibi… Erkekler ise kadınlardan kat kat yüzeysel ve çok daha zorbalardı.
Asla ait olmadığım ve olamayacağım bir geçmişi romantize etmek yerine kendi hayatımı romantize etmeyi tercih ediyorum artık. Yıldız tozundan ve altından yapıldığımı biliyorum, çünkü kendimi sevmeyi öğrendim ve sevmek, görmek demektir.
Artık aynaya baktığımda onlardan biri olamadığı için üzülen küçük bir kızı değil, kendisi olmaktan çok mutlu olan bir kadını görüyorum. Hiçbir zaman bir topluluğun parçası olmasam da, biliyorum ki, içimde koca bir evren taşıyorum.
“Ben Hesse’yi gerçekten okudum,” diyorum kendi kendime. “Benimkisi bir heves değil, geri alınamaz bir tutkuydu.” Öte yandan, cennete geri dönmemiz gerektiğini söyleyen Joni Mitchell’a da sonuna kadar hak veriyorum; ‘cennet’ tanımımız biraz farklı olsa da… Ben yok edilen, yakılan ağaçlar için sessizce gözyaşı döküyor ve kaybettiğimiz şeyi geri almak istiyorum.
Dünya faşizm cehenneminin ateşleriyle yanarken, cennet neredeyse imkânsız görünüyor gözlerime. Yine de kendi küçük cennetlerimizi yaratır ve bunları birbirimizle paylaşırsak belki – belki! - yok olmaktan kurtulabiliriz, diye düşünüyorum.
Joni Mitchell’ın, Laurel Canyon’daki (Los Angeles) evinin bahçesinde küçük bir ağaç evi vardı. Burada oturup gitar çalar, şarkı sözleri yazar, dostlarını ağırlardı. O, cennete dönmenin bir yolunu bulmuştu aslında. Onun cenneti bir ağaç evdi. Benim içinse yeni evimdeki küçük atölyem oldu galiba. Dünyanın bu köşesinde, kendime ait küçücük bir yer…
Topluluk fikrine gelince… Artık bunun peşinden koşmuyorum. Bunu umursamıyorum. Günün birinde kendimi ait hissedebileceğim bir grup insanla tanışabileceğime de pek ihtimal vermiyorum. Ama önemli değil, çünkü nihayet kendimi – kendime – ait hissediyorum.
Peki, öyleyse neden bu pırıltılı bahar sabahında geçmişten gelen bu dokunaklı şarkıyı üst üste dinleyip duruyorum? Neden onun beni gün ışığından dokunmuş bir pelerin gibi sarıp sarmalamasına izin veriyorum?
Sanırım bunun geçmişle değil, şimdiyle bir ilgisi var. Bu şarkıyı artık bir zamanların hippilerinin katıldığı o yemyeşil festivalle değil; kendi ruhumun derinliklerinde yaşayan ışıltılı bir şeyle, bir ‘öz’le bir tutuyorum. Biliyorum ki, ben tıpkı sizin gibi yıldız tozu ve altından yapıldım ve bir şarkı olsaydım, Woodstock olurdum.
Zeynep Alpaslan
Sıfır beden hippi kızları ve yogacı kızlar arasındaki bağlantın gülümsetti:) o zaman Janis Joplin'in askerleriyiz balık etli ve yıldız tozlu diyelim mi? ✨🤍🌸
"nihayet kendimi – kendime – ait hissediyorum." 🩵 dilerim buraya bende varırım🙏🌱