Yaz Şarkıları: Library Tapes
Bu sayıda sabah serinliği, içinde kaybolmak istediğim bir müzik ve geride bırakılan evler hakkında konuşuyorum.
Sabah saatleri, yaza dair sevip sevebileceğim tek şey olabilir. Hava bebek mavisi bir ışıkla aydınlanırken, sabahın ilk erkenci kuşları bahçedeki dut ağacının tepesine konup kendilerine ziyafet çekiyor. İşte, bunu çok seviyorum.
Ben de gözlerimi kapayıp kuşların şarkılarını dinliyorum ve dünyanın durduğunu hayal ediyorum. Bombaların, acının, hüznün, çığlıkların, yok oluşun durduğunu… Sessizliği… Yeniden yeşeren yaşama sevincini… Serinliği… Ve gözlerimi usulca yeniden açtığımda, bir an için, ama sadece bir an için, kalbimin bir kuş gibi hafiflediğini hissediyorum.
Sabah serinliğinde, kendime on üç dakikalığına kaybolma izni veriyorum. Bir müzikte, bir hayalde ya da bir düşte… Kaybolduğum sürece, benim için kendimi neyde ya da nerede kaybettiğim fark etmiyor. Library Tapes’in on üç dakikalık çok sevdiğim Summer Songs albümünü açıyorum.
Burası kaybolmak için güzel bir yer. Bu, kaybolmak için doğru müzik. David Wenngren’in piyanosunun sesinin üzerine kuşların sesi binerken, bahçede yepyeni ve tuhaf bir beste ortaya çıkıyor. Ay gökyüzünden bir hayalet gibi siliniyor ve yerini bembeyaz bir güneşe bırakıyor. Bana da kendimi müziğe bırakmak düşüyor.
Yazıyorum. Hiç durmadan yazıyorum. Sanki yazmak, bu dünyada var olabilmemin birinci koşulu. Evrende ancak kelimelerim aracılığıyla bir yer kaplayabiliyorum. Yazıyorum, çünkü yazarken kendim olabiliyorum. Çünkü yazmadığım zamanlarda kendimi neredeyse görünmez hissediyorum.
Evlerini terk etmek zorunda kalan İranlılar hakkında yazıyorum. Geride bıraktıkları eşyaları hakkında… Kendi eşyalarımı düşünüyorum sonra. Kitaplarımı, plaklarımı, giysilerimi, defterlerimi, kolyelerimi, suluboya fırçalarımı… Yıllar içinde hiç istemediğim halde sevip bağlandığım bütün o nesneleri.
Ödülümü düşünüyorum sonra, belki de sahip olduğum en değerli eşyamı. Kedim öldükten sonra sırf acıdan başka bir şey hissedebilmek için yere fırlatıp paramparça ettiğim o küçük cam plaketi…
Öfkenin kalıntıları olan o sivri cam kırıklarını her şeye rağmen bir bez çantanın içinde saklıyorum. Derken bütün bunları geride bırakıp gitmek zorunda olduğumu hayal ediyorum ve elimde olmadan ağlamaya başlıyorum.
Hayatlarımızın camdan biblolar gibi kırılgan olduğunu düşünüyorum. Belki de bu yüzden arada sırada kaybolmak istiyorum. On üç dakikalığına da olsa, başka bir yere ışınlanmak… Sadece benim bildiğim, sadece bana ait olan bir yere. On üç dakikalığına, gizli yerimde yaşamak.
“Kaybolmak için bir harita çiz,” diyen Yoko Ono’ya kulak veriyorum. Müzik benim haritam oluyor. Gizli yerimde, elimde bu tuhaf ve soyut haritayla birlikte, bir turist gibi geziyorum. Ama hiç fotoğraf çekmiyorum.
Tabii, hediyelik eşya filan da satın almıyorum. Tek bir kartpostal bile… Çünkü biliyorum ki, dönerken hiçbir şey götüremeyeceğim yanımda. Burası var olmayan bir yer. Ben sadece kaybolmak için geldim buraya.
Hiçbir şeye bağlanmadan yaşayabilir miyim? Nesnelerin sadece nesne olduklarını kabul ederek? Aynı şey bizim de başımıza gelirse, her şeyi hiç tereddütsüz arkamda bırakabilir miyim?
O evlerin fotoğrafları gözlerimin önünden gitmiyor. Bazı eşyalar ne kadar da tanıdık… Ama sahipsizliğin, geride bırakılmışlığın hüznü sinmiş üstlerine. Pinterest evleri gibi görünmüyor bu evler artık. Onlar yaz sabahının tatlı müziğini taşımıyorlar artık içlerinde. Sadece bekliyorlar. Öylece bekliyorlar. Ve sanki şimdiden kaybolmuşlar.
Öte yandan, dut ağacında şarkı söyleyen kuşlar bunu yapmak için kimseden izin istemiyor. Hiçbir şeyden haberleri olmadığı için onlara imreniyorum. Kimsenin onayını beklemeden, gönüllerince şakıdıkları için… Bana öyle geliyor ki, ben durmaksızın, gönlümce yazı yazarken bile, başkalarının onayını almak istiyorum.
Ama bu sabah, on üç dakikalığına kaybolmaya geldiğim bu sihirli yerde, kendimden ve kuşlardan başka kimsenin sevgisiyle ilgilenmiyorum. Hiçbir şey için üzülmüyorum ve hiçbir şeyden korkmuyorum. Sözcüklerle düşünmüyorum. Sadece mutlu hissediyorum.
Bu sabah, on üç dakikalığına kaybolmaya geldiğim bu sihirli piyano müziğinde, kendimi dutlardan sarhoş olmuş küçük bir kuş gibi hissediyorum. Müzik bittiğinde bana ne olacak, bilmiyorum ama yaza dair sevip sevebileceğim tek şey bu küçük mutluluk olabilir ve bunun tadını çıkarmak istiyorum.
Zeynep Alpaslan
Tek yanımızda ve elimizde kalan, bizimle gelen anların küçük mutluluğu sanki🤍
Bende sizi okurken kaybolmak gibi değil de denize dalış gibi, yazınıza dalıyorum ve bir an dünyanın tüm herşeyi dışarıda kalıyor🩵🙏