Söyleşi: Bjenny Montero
“Hiçbir zaman bir spor takımında yer almadım, üniversiteye gitmedim ya da bir işim olmadı. Bu yüzden kendimi daima bir şekilde toplumun dışında hissettim..."
Bu sabah güneş ancak bir Bjenny Montero karikatüründe rastlayabileceğim türden bir tatlılıkla bana gülümsüyor. Bense sahilde yürürken The Beach Boys dinliyorum. Ne zaman The Beach Boys dinlesem, hayatı daha çok seviyorum.
Denize girenleri izliyorum. Yalnızım ama kendimi yalnız hissetmiyorum, çünkü bir yerlerde tıpkı bana benzeyen birilerinin var olduğunu biliyorum. Tıpkı benim gibi denize girmeyip kablolu kulaklıkla The Beach Boys dinleyen ve hayatı çok seven…
Pet Sounds albümünü açıyorum sonra. Bu müzik beni hem hüzünlendiriyor hem de mutlu ediyor. Tıpkı Bjenny Montero’nun karikatürleri gibi! Acaba onun çizimlerinin ekran görüntülerini hep telefonumda tuttuğumu ona söylesem mi?
Ne zaman onu düşünsem, içimden karikatürler yapmak geliyor. Onun sanatı hayatıma her zaman için güzellik ve iyilik katıyor. İşte, tam da bu yüzden, hemen şimdi God Only Knows şarkısına eşlik etmek istercesine tatlılıkla dalgalanan denize karşı oturuyor ve Bjenny’ye onunla konuşmak istediğimi yazıyorum.
Merhaba, Bjenny! Sen benim en sevdiğim karikatüristlerden birisin ama sanırım bunu zaten biliyorsun. Çizimlerine baktığımda kendimi görüyorum. “Bir hüzünlü şarkı daha, sonra yatacağım,” diyen karakter benim. Öncelikle, bu işi yaptığın için sana çok teşekkür ederim.
Sanatımı dünyana kabul ettiğin için esas ben çok teşekkür ederim! Yaratımın yarısı, okuyucunun onunla kurduğu bağdır bence.
Plaklarım, kasetlerim, çalma listelerim… Bunlar benim en iyi arkadaşlarım, tıpkı senin şu tatlı karikatüründe plaklarıyla çay partisi veren küçük çocuk gibi hissediyorum ben de kendimi çoğu zaman. Sen de plaklarınla konuşur musun? O çocuk sen misin?
Bütün eşyalarımla konuşurum. Günlerimi tek başıma geçiriyorum, bu yüzden bir şeylerle konuşmak zorundayım. Plaklar, kasetler, kitaplar, çizgi romanlar, radyolar ve walkman'ler, dolmakalemler, 4'lü pikaplar, çaydanlıklar ve eskiz defterleriyle özel bir ilişkim var.
Bir bavulla seyahat ediyor ve kullanışsız olmasına rağmen bir yığın kaset ve kitap taşıyorum. Bu tılsımlar bana güç veriyor. Ayrıca, cep telefonlarımızdan ve koşuşturma kültürünün dijital araçlarından gelen negatif enerjiyle mücadele ediyorlar. Haha, çılgın bir hippi gibi konuşuyorum!
Yaz geldi… Ne zaman film izlemeye otursam, kendimi ciddi sanat filmleri yerine romantik komediler izlerken buluyorum. O zaman da kaçınılmaz olarak senin Wim Wenders yerine Julia Roberts izleyen karakterlerini hatırlıyorum. Bu aralar neler izliyorsun? Filmlerle aran nasıl?
90'lardan kalma dandik Hugh Grant romantik komedilerini seviyorum ama Wim Wenders'i de seviyorum. 80'lerin ucuz korku filmlerini, 70'lerin kung fu filmlerini ve Mary Poppins gibi 60'ların uyduruk müzikallerini seviyorum. 1940'lardan kalma kara filmlerin büyük bir hayranıyım! Aslında, son 20 yıldaki modern ana akım Hollywood filmlerinin çoğu benim için çöp. Amadeus ise ilk beşimde yer alıyor.
Kendini sevmek devrimci bir fikir. Ama aynı zamanda, kapitalizmin pazarladığı ve üzerinden çok para kazandığı bir fikir… Sen de eserlerinde ‘kendini sevme’ temasını sık sık işliyorsun. “Bugün fazla bir şey üretemedim ama yine de bir atıştırmalığı hak ediyorum,” diyen kahramanın gibi, hani… Peki, senin kendini sevme yolculuğun nasıl gidiyor?
Uzak diyarlarda depresyonumu yönetemediğimi hissettiğim zamanlarda biraz olsun nefes alabilmek için kendimi sevme pratikleri yaptım. Karakterlerim beni gülümsetmek ya da ağlatmak için kendiliğinden ortaya çıktı.
Şimdilerde çok uzun süren bir depresyondan yeni çıkmışım gibi hissediyorum. Kendimi sevmenin benim için karikatür çizmek demek olabileceğini fark ediyorum. Ancak bugünlerde kendini sevmeyi konu edinen, temelde geç dönem kapitalizmin renkli yüzü olan, büyük ve yavan bir dijital çevrimiçi ‘sanat’ dağına sahibiz. Bir tür dijital feodalizm…
Bununla birlikte, bana öyle geliyor ki, gerçek insan ifadesi, direnci ve ilhamı her zaman gizlice sisteme sızmayı başaracak.
The Beach Boys’u çok sevdiğini biliyorum ama senin için tam olarak ne ifade ettiklerini de merak ediyorum. Onlar muhteşemler, elbette… Ama sen onlarda tam olarak ne buluyorsun? Bir The Beach Boys şarkısı olsaydın, hangisi olurdun?
The Beach Boys zarif, karmaşık ve meleksi ama aynı zamanda tamamen beceriksiz, aptal ve ilkeldi. Düzgün taranmış saçlar, çizgili gömlekler, sevimsiz gülümsemeler… Onlar yeraltı müzik geçmişinden gelmiyorlardı. Banliyönün hamburger ve milkshake sporcularıydılar, bu da onları ilginç kılıyordu.
'Her şey çok güzel!' imajının ardında tuhaf ya da sıkıntılı bir şeyler saklıyor gibi görünen 60'lı ve 70'li yılların sanatçıları beni her zaman büyülemiştir. The Carpenters gibi… Ne yazık ki sadece tuhaf bir ergen olarak değil, şimdi bile bazen yataktan çıkamayan ‘aşırı hassas’, tükenmiş bir yetişkin olarak söylüyorum bunu. Eğer empati kurabilen biriyseniz The Beach Boys sizi çarpacaktır. Klişe ama benim için gerçekten ruhani bir müzik bu.
Ve eğer bir The Beach Boys şarkısı olsaydım, When I Grow Up To Be A Man (Büyüyüp Adam Olduğumda) olurdum; çünkü hâlâ büyümeyi bekliyorum!
Çocukken bir gezgin olmayı hayal ederdim. Dünyayı gezecek ve kendi çizgi romanlarımı yapacaktım. Ancak büyüdüğümde kök salma arzum baskın çıktı. Küçük dünyamdan dışarı pek çıkmıyorum. Hatta atölyemde yaşıyorum! Sense çocukken kendim için hayal ettiğim hayatı yaşıyorsun. Dünyayı geziyor ve karikatürler yapıyorsun. Bu durum ruhunu nasıl besliyor, sana neler katıyor?
Şu anda memleketim Melbourne'deyim, bir arkadaşım grubuyla turnede olduğu için onun evine ve köpeğine bakıyorum. Sanırım en az bir yıl dinlenmeye, yorgunluğumu atmaya ve bir bavul kapıp havaalanına koşma dürtüsüne direnmeye ihtiyacım var.
10-15 yıl boyunca seyahat etmek, yollarda olmak, günübirlik yaşamak ve çoğunlukla bavul ya da sırt çantalarıyla dolaşmak benim için çılgın bir kasırga gibiydi. Bu esnada yaratıcılığım, özgürlük ve anonimlik duygusuyla birlikte gelişti.
Tuhaf ve yeni şehirlerde, kalabalıklar içinde kaybediyordum kendimi. Otel odaları, havaalanları ve kafelerden dağ köylerindeki küçük barlara, yeni manzaraların yanından hızla geçen trenlerdeki yemekli vagonlara, Güney Doğu Asya'daki gürültülü yemek masalarına, Yunan adalarında sürüklenen feribotlara, Hindistan'daki muson yağmurlarına ve Fas'taki Riad çatılarındaki derme çatma masalara kadar…
Ancak birkaç yıl önce kendimi bitkin hissetmeye başladım. Özellikle Covid döneminden sonra vücudumun ve sinir sistemimin tamamen tükendiğini hissettim. Ben de iyileşmek ve bundan sonra ne yapacağıma bakmak için Melbourne'e döndüm.
Bilmelisin ki, 30 yaşıma kadar hiç yurtdışına çıkmamıştım. Hatta kendi şehrimden bile ayrılmamıştım! Hep işsizlik maaşı alıyordum ve bunu karşılayabileceğimi hiç düşünmemiştim.
Çizim yapmak bana muhtemelen asla göremeyeceğim yerleri görme olanağı verdi! Köklerimin ne olduğunu ve biraz kök salmak isteyip istemediğimi düşünüyorum şimdi. Ya da belki köklerim bir çingene gibi hareket ediyordur, kim bilir?
Birkaç yıl önce İstanbul’a gelmiştin… Şehir sana neler hissettirdi?
İstanbul’u gerçekten çok sevdim. Etrafta dolaşırken, mimari sanki bir rüyadaymışım gibi hissettirdi bana. Hani bir rüyadasındır, garip bir rüya şehrinde dolaşıyorsundur ve her şey aynı anda hem yabancı hem de çok tanıdık geliyordur ya? İşte, öyle bir şeydi…
Devasa bir fırtınanın koptuğu sırada Boğaz'a bakan küçücük bir penceresi olan küçük ve ucuz bir oteldeydim, bu büyüleyiciydi. Yine gelmeyi çok isterim. Orada kendimi çok iyi hissetmiştim. Bir sürü kedi yavrusu olması da cabası!
Ağlamayı çoğu zaman çok rahatlatıcı buluyorum. Senin karakterlerin de sık sık ağlıyor ve duygularını göstermekten asla çekinmiyorlar. Gerçek hayatta nasılsın? Sen de ağlar mısın?
Ben çok sulugözümdür, haha! Her şey beni ağlatabilir! Müzik, sanat ve bütün güzel şeyler. İnsanların cömert ve nazik olduklarını duyduğumda da ağlıyorum, mesela… Ama aynı zamanda televizyonda mendil veya şehirlerarası telefon görüşmeleri için sevimsiz bir reklam gördüğümde de gözlerim dolabiliyor. Bu hafta ise Brian Wilson öldüğü için çok ağladım. Baktığım köpek Reggie beni teselli etti.
Topluluk, bir topluluğa ait olma fikri, sana ne ifade ediyor? Her şeyi tek başımıza yapabileceğimize ve kimseye ihtiyaç duymadan yaşayabileceğimize inanıyor musun, yoksa topluluk fikrini önemsiyor musun? Senin başkalarıyla bağ kurma sürecin nasıl işliyor?
Geçtiğimiz on yılı neredeyse toplumdan kaçarak, kendimle diğerleri arasına çok fazla mesafe koyarak geçirdim. Ailem ve güvendiğim birkaç yakın arkadaşım dışında kimseyi içeri almadım.
Küçük bir çocukken sürekli okul değiştirdiğim için kendimi çok saklardım. Hiçbir zaman bir spor takımında yer almadım, üniversiteye gitmedim ya da bir işim olmadı. Bu yüzden kendimi daima bir şekilde toplumun dışında hissettim.
İnternetteki varlığımda bile beni koruyacak güçlü bir duvar olduğundan emin oluyorum. Mahremiyeti çok seviyorum. Son zamanlarda ise topluluk fikrinin ne kadar önemli olduğunu fark ediyorum. Bu hayati bir şey! Ve çok güçlü. Bir topluluk fikri, kolektif akıl sağlığımız için gerekli. Aynı zamanda topluluk, faşizme karşı savaşmanın tek yolu bence.
Son olarak, Patti Kahve Yapıyor okuyucuları için en sevdiğin hüzünlü şarkılardan oluşan mini bir çalma listesi yapar mısın?
1- The Kiss - Judee Sill
2- By The Time I Get To Pheonix - Glen Campbell
3- Cucurrucu - Caetano Veloso
4- Something On Your Mind - Karen Dalton
5- Until I Die - The Beach Boys
6- Martha - Tom Waits
Cevapların için teşekkür ederim!
Ne harika bir röportaj🩵 kendimize benzer insanlar olduğunu bilmek güç veriyor🙏🍃Karen Dalton🥹Something on your mind💙
Arkada The Beach Boys çalarken okudum. 🐤